2 Ekim 2012 Salı

Hayatta ne büyük hüzünler var

Ocak ayındayız. Çocuk yoğun bakım servisindeyim. Sabah toplantısından sonra gidip Başak'la arkadaki küçük odada saatlerce oturuyoruz. Her günün yaklaşık 7-8 saati boş boş oturmakla geçiyor. Arada vizit yapmaya hocalar gelirse onların peşine takılıyoruz. Yaklaşık 11-12 çocuk yatıyor. Kimi aylardır orada. Kimi henüz yeni gelmiş. Kiminin durumu ağır, kimi iyileşiyor. Öğleden sonra 3-4 gibi anne babalar için ziyaret saati oluyor. Bir cam bölmenin arkasından çocuklarına bakıyorlar. Anne babalar gelince uzaktan onları izleyip "Hayatta ne büyük hüzünler var, bense küçük şeyleri çok büyütüyorum" diye düşünüyorum.

Bir iki gün geçtikten sonra yoğun bakıma 14-15 yaşlarında bir çocuk getiriliyor. Adını hatırlamıyorum, Barış diyelim. "Pons gliomu" varmış. Solunumu durmuş, entübe edilmiş. Eski hastamızmış, büyük olasılıkla son bir kaç gününü yaşıyor. En baştaki büyük yatağa yatırıyoruz. Küçülmüş göz bebekleriyle dimdik tavana bakıyor. Bir hemşirenin önerisiyle gözlerini kapatıp bantlıyoruz. Vizitlerde solunumu makineye bağlı çocuğun yanından "burası pons gliomu" deyip geçiyoruz sadece. Zaten elimizden fazlası da gelmiyor. Nadiren tetkik için kan aldığımız oluyor. Çocuk batan iğneye bile hiç tepki vermiyor. Sadece arada ufak çırpınır gibi hareketleri oluyor.

Ziyaret saati olunca annesiyle babası geliyor Barış'ın. Kendilerine ayrılan on beş dakika boyunca cam bölmenin arkasından oğullarına bakıyorlar sadece. Kendi aralarında bile tek kelime konuşmuyorlar. Uzun uzun seyrediyorlar, bazen sessizce ağlıyorlar. Bir insan nasıl tüm dünyayı omuzlarında taşır gibi yorgun yürür ilk defa o zaman görüyorum. Süre dolunca kimse onları uyarmadan sessizce çıkıyorlar yine.

Çocuk bir kaç gün yattıktan sonra yine bir vizit zamanı, çocuğun başına geliyoruz. Barış yine çırpınır gibi zayıf hareketlerine devam ediyor. Ama bu sefer dikkatini çekiyor hocanın. "Bu çocuk uyanık, makineden kurtulmaya çalışıyor" diyor. Hemşirelerden biri "Yok hocam o hep yapıyor öyle hareketler, konuşmaya çalıştık duymuyor" diyor. Hoca Barış'ın yanına gelip elini tutuyor:

"Barış beni duyuyor musun? Şimdi hastanedesin. Geldiğinde durumun çok ağırdı. Giderek iyileşiyorsun. Biraz daha iyi olunca önce makineden kurtarıp sonra da seni evine göndereceğiz, annen baban da gelip görüyor seni her gün. Barış eğer beni duyuyorsan elini kaldırabilir misin?" diyor hoca.

Ve inanılmaz bir şey oluyor: Çocuk yavaşça sağ elini kaldırıyor. Herkes o kadar şaşırıyor ki. Sadece birbirimize bakıyoruz. Derken hemşirelerden biri "Ağlıyor!" diyor. Çocuğun yüzüne bakıyorum. Bantla kapatılmış göz kapaklarının altından bir iki damla yaş akmış. Koca bir gülle gelip oturuyor sanki göğsüme. Herkesin gözleri dolmuş. Kimse tek kelime etmiyor.

Ziyaret saatinde yine geliyor anne-baba. Ama bu sefer çıkmadan önce baba benim yanıma geliyor. "Siz her gün burada duruyorsunuz, hep görüyorum sizi. Bir şey rica edebilir miyim?" diyor. "Tabi" diyorum.

"Barış'ın saçını kesmek için bizden izin istediler biz de verdik. Acaba saçı kesilirken bir parça saklayıp bize verebilir misiniz?" diyor.

Ne diyeceğimi bilemiyorum önce. "Ben böyle bir şeyi yapamam. Ben burada değilken de kesilebilir. Siz en iyisi hemşirelere söyleyin" diyebiliyorum. Baba teşekkür edip gidiyor. Kısa bir süre sonra ben de çıkıyorum.

Gece aklıma geliyor bir kaç kez. Umarım adam hemşirelere söylemiştir hemşireler de alırlar saçından diye düşünüyorum. Sabah ilk iş gidip hemen bakmak istiyorum saçı kesilmiş mi çocuğun diye. Yoğun bakıma girip ilk yatağa doğru yürüyorum. Barış'ın yatağı boş...